GERÇEKLİK KURGUSAL MIDIR?

 Üniversite öğrenimimin ilk döneminde Yeni Türk Edebiyatına Giriş adlı bir dersimiz vardı. Bir gün Doç. Dr. Nuri SAĞLAM hocamız, sınıfta edebiyatın kurgusallığı/kurgu dışı olması bağlamında tartışma ortamı yaratırken şöyle bir cümle kurdu:

‘’Gerçeklik kurgusaldır, biz de öyleyiz. İnanıyorsanız yüce bir tözün, Tanrı’nın; inanmıyorsanız maddenin kurgususunuz.’’

Bu söz üzerine çok uzun müddet düşündüm, okudum, araştırdım… Kendi düşüncelerimi kaleme almak istedim nihayetinde.

Şayet gerçeklik kurgusalsa, her şey illüzyonsa özgür irade mefhumu tartışmaya kapanmış olmuyor mu böylelikle? Yahut gerçekliğe içkin olan aşkınlığımızı nerede konumlandırmak gerekiyor?

Gerçeklik diye tekil bir kavram yoktur belki de. Bu mefhum zaten tümel ve farazi bir mefhum, müşahhas değil. Şeylerin teker teker gerçekliğinden söz edebiliriz; atıyorum masanın, sandalyenin, kuşların, çiçeklerin… Ancak bir kavrayış olarak gerçekliği zihnimizde tasavvur etmek ve onu somutlaştırmak pek mümkün görünmüyor. Yani ‘’Gerçeklik budur.’’ diyerek elle tutulur bir cümle süremeyiz ortaya. Çünkü gerçek, her şey gibi akışkan, değişkendir. Kesişen, örtüşen, çakışan etmenlerin bir bileşkesidir belki de. Wittgenstein’ın aile benzerlikleri kuramı örneğinde olduğu gibi. Aynı anda aynı özelliği taşımayan fakat o zincir içre yine de birbiriyle bağlantılı olabilen… Zorunlu olarak kendini var eden ve bu var olma hâli sürerken kendini yıkıp yeniden dönüştüren… Yani hem kendi kendinin nedenidir gerçeklik hem de sonucu.

İnsan, aşkın bir varlık olarak kendi gerçekliği içre sürekli bir şeyler üretir ve o gerçekliği dönüştürür; akıbetinde kendisi de dönüşür. Ancak bunu kendinde-varlık olma hâlinden çıkarak kendi-için-varlık hâline erişebilirse başarabilir. Sartre’a göre böyle konumlandırmak gerekir aşkınlık ve gerçeklik mevzuunu. İnsan, bir kayadan farklı olarak seçim yapma zorunluluğuna sahip olduğu için ‘’özgür’’ olmaya mahkûmdur. Bu bağlamda mevcut koşulların, sürer durumun ötesine geçebilme; o koşulları, kendi tercihleri lehine dönüştürme becerisine de sahiptir. Bu, onun ‘’aşkınlığını’’ temsil eder. Tasarıları, aşkınlığının delilidir. Ama bu tasarılar Hiç’ten yaratılmamıştır. İnsanın var olduğu toplumsal ve kültürel zeminde, dönemin konjonktürüne de bağlı olarak sunulanlardan bir tercih yapmaktır söz konusu olan. Bu da Gerçeklik’tir. İnsan bu gerçeklik içerisinde aşkın bir varlık olarak bir tercihte bulunur ve tasarısıyla o koşulların ötesine geçmeyi hedefler: Bu da gerçekliği dönüştürmektir. Çünkü insan ‘’olmadığı şey olmakla beraber’’ aynı zamanda ‘’olduğu şey değildir’’ de. Birincisinde olabilirliği mümkün olan tasarıların vücuda gelme süreci, yani insandaki gizilgüç söz konusuyken ikincisinde vücuda gelen tasarının dönüştürdüğü koşulları tasavvur etmek gerekir.

‘’Gerçeklik’’ mefhumu tartışılırken Rene Descartes’ı ansıtmadan geçmek mümkün olmaz.

Descartes’a göre gerçeğe ne sağduyu ne de sezgiyle ulaşılabilir, yalnızca akıl bu yolculukta kişiye doğru yolu gösterebilecektir. Meşhur Cogito argümanı, yani ‘’Düşünüyorum, öyleyse varım.’’ önermesi de buradan hareketle oluşturulmuştur. Doğadaki her varlığın gerçekliğine ikircikle yaklaşan düşünür, ben’in varlığını akletme yetisinden ötürü kuşku duymaksızın kabul ederek aslında bir zihin-beden düalitesi yaratmıştır. Algılayabildiğimiz şey kendi zihnimizdir, ötekilerin zihinlerinin gerçekliğini algılayamayız. Varoluşçular bu noktada ‘’cogito’’ argümanına katılmakla beraber onu aşmışlardır da. Onlara göre insan kendi gerçekliğini kavrarken ötekilerin gerçekliğini de kavramış olur ve kendini seçerken aslında toplumu da seçmiş olur. Kendisiyle ilgili bir gerçekliğe varmak istiyorsa ilk önce başkalarının gerçekliğinden geçmesi gerekecektir. Ben’in Öteki ile karşılaşmasından ortaya onlar-benlik adında bir mefhum, özneler arası bir evren doğacaktır. Bu, zorunluluktur. Çünkü başkalarının gerçekliği anlaşılmadan insanın kendi gerçekliği de anlaşılamaz.

Bu noktada tekrar gerçeklik kurgusaldır önermesine döneceğim…

Şayet içkin olduğumuz gerçeklik kurgusalsa tasarılarımız, özgür irademiz, olduğumuz ve olmadığımız ben’lerimiz… hepsi bir öteki-benlik tarafından mı biçimlendirilmiş olur?

Bence ne o ne bu.

Kendimizi yarattığımız süreç içerisinde gerçekliği de biz yaratır ve onu imha ederiz. Bu fasit bir daireye benzer: sürekli yaratım ve yıkım çemberi… Gerçek, sürekli değişendir ve her gerçeklik birbirinden farklıdır; afektlere bağlı olarak da kendine münhasır tezahürleri bulunur, bağlamına göre değişir. Eğer gerçeklik diye tekil ve nesnel algılanabilen bir mefhum olsaydı, bu gerçekliğin herkes için aynı ölçütte gerçek ve sâbit olması gerekmez miydi? Böyle midir peki? Sanmıyorum. 

Gerçeklik, biz var oldukça vardır. Bu da onun bir yanılsama, sanrı olduğunu gösterir. Şayet bu, kurguya giriyorsa evet gerçeklik kurgusaldır. Ancak ne maddenin ne de yüce bir tözün kurgusu olarak… Yalnız insan, kendini kurguladığı ve kendi gerçekliğini de ürettiği müddetçe kurgusaldır diyebiliriz. Onun dışında insanı ve insanın gerçekliğini kurgulayan, biçimlendiren herhangi bir başka etmen yoktur kanımca. Ve insanın kendisinin kurguladığı bu gerçeklik, yine insanın kendi algılayışına ve evren tasavvuruna göre değişkenlik gösterdiği için bütünsel olarak GERÇEKLİK'in kendisinin kurgusal olduğundan söz edilemez. 

Buraya kadar okuyan olduysa sevgiler…



 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Muhalefete Dönük Saldırılar, Paramiliter Yapılanmalar...

Doğa ve İnsan İlişkisi Bağlamında Yabancılaşma

Gençlik Kavganın Neresinde? Devrim Yolunda İdeolojik Mücadele Ve Devrimci Şiddet

Alacakaranlıktaki Ülkemize Bir Bakış | ''Öyle mi Erdoğan?''

Maraş Katliamı (19-26 Aralık 1978)