Kayıtlar

Doğa ve İnsan İlişkisi Bağlamında Yabancılaşma

Resim
Doğa ve insan ilişkisinin kökeni çok uzun yıllar öncesine dayanmaktadır. Bilindiği üzere Antik Çağ’daki filozoflar doğa filozofları olarak nitelendirilirdi. O dönemlerde bilim henüz bu denli gelişkin olmadığı için insanlar, doğa olaylarını teolojiye dayandırır ve ardında bunu yaratan tanrılar ararlardı. Zamanla bilim gelişti ve icatlar yapıldı. Rönesans-reform hareketleri, coğrafi keşifler, aydınlanma felsefesi ve daha nicesi kapitalizme zemin hazırladı. Kol gücünün yerini makinelerin alması sonucu Sanayi Devrimi ile birlikte bir avuç azınlık doğa üzerinde kapitalist tahakküm kurmaya başladı. Nitekim doğa ve insan bütünlüğü de parçalanarak aralarına soyut duvarlar örüldü. Bunun felsefi zeminini aydınlanma filozoflarından biri olan Descartes’ın düalist (ikici) yaklaşımında görebiliriz. Doğanın ve doğadaki varlıkların gerçekliğinden şüphe eden düşünür, ben’in varlığını ikirciksiz kabul ederek ikici bir yaklaşımı esas almıştır. Aynı şekilde bu anlayış, materyalizm ve idealizm arasında üçü

Sevgi ve Aşk

Resim
Sevmek, kişilerin yıkıcı güdülerini gerek fiziksel gerekse psikolojik düzlemde sevilen özneye yönelttiği bir sadist eğilim yahut kişinin ruhuna sirayet etmiş olan bağımlılıkların sevilen öznede cisimleştirileceği mazoşist bir süreç değildir. Toplumumuzda ne yazık ki ‘’taparcasına sevmek’’ , ‘’aşkından dağları delmek’’ , ‘’aşktan deli olmak’’ gibi yaygın görüşler, hastalıklı düşüncelerin ‘’sevgi’’ adı altında eritilmesini sağlamaktadır. Sevgi, özgür iki bireyin kendi istekleri doğrultusunda hayatlarını paylaştıkları, her iki tarafın da bu süreçte etkin olduğu bir beraberlik sürecidir. Özgürlük olmadığı taktirde tam anlamıyla bir sevgiden de söz edilemez. Sevgi, acı vermeye başladığı zaman sevgi olmaktan çıkar ve bir hastalığa evrilir. Buna rağmen toplumuzun büyük bir kesimi, sevgiyi acı ile eş tutmaktadır. ‘’Kavuşursan meşk, kavuşamazsan aşk olur.’’ minvalindeki halk sözleri buna örnek teşkil eder. 1980’li yıllar itibari ile de toplumuzun kültürüne entegre edilen arabesk kültür, bu sö

ÇAĞDAŞ MİTOSLAR, ÜST-İKTİDAR VE TOPLUMSAL PERSONA İLİŞKİSİ

Resim
Moderleşme öncesi soyut olan mitoslar, modernleşme sonrası müşahhas kılınıp görünür edildi. Her ne kadar çağlarının geçtiği anlatılageldiyse de mitoslar farklı tezahürlerle zihinlerimize işlenmeğe devam etti. Medyatik unsurlar, 21.yy. tanrıları, reklamlar, iktidarlar, bakanlıklar… Mitosun egemenlik gücü buralara aktarıldı ve mitik dönemdeki insanların sorgulamaksızın yerine getirdiği ritüeller, bugünün insanlarınca farklı biçimlerde icra edildi. Belki bu tapınmaların şekli ve muhtevası değişti ancak altlarında yatan ortaklık bâki kaldı: Toplulukların sığınma güdüsünü farklı kanallara akıtarak benliği eritmek. Böylelikle çağdaş mitoslar, gücü büyük oyuncunun, ‘’üst-iktidar’’ın elinde tutmaya yarayacaktı. Peki neydi ‘’üst-iktidar’’? Reklam panolarında estetize edilmiş güzellik algısını insanlara aktararak onların güzellik merkezlerinde sermayelerini eritmelerini sağlayan, toplumun gerçekleri görmemesi için muhtelif sosyal mecralardaki kliplerle gözlerini boyayan, kişisel gelişim safs

söz, sesle karıştı: çığlık doğdu

Resim
‘’bu yeryüzünde insan, şairane mukimdir.’’ (hölderlin)      şiir, bir kez vuzuh olup bir vücuda büründükten sonra onu kuşanan dizgelere aitliğini yitirir. bir yılkı, bir küheylân gibi başıboş gezinir yol ile yol olanların dimağında. bu çağlar arşınlayış ontolojik bir buhran yaratır, keşmekeşe sebep olur. gerçekliğin alt üst edilmesidir çünkü şiir; üretilen Gerçeklik ’lere bir başkaldırıdır, anayasanın ihlâlidir.      yan yana yürür felsefe ve şiir, birbirlerine içkindirler. yine de şiir, felsefeyi daha çok ihtiva etmektedir. bundan ötürü sürgün eder platon şairleri callipolis’ten. statükosunun poetik bir savaş vasıtasıyla sarsılacağını bilir. çünkü şairler, alışılagelmişi yıkmakla yükümlüdürler. bu savaşın ayân kılınmadığı bir düzlemde kendini gerçekleştiren şiirler, hâkim paradigmaların ve ideolojilerin açık ya da örtük birer sözcüsü olmaktan öteye gidemezler. bu yaşandığı, yani şiirler kendi episteme’ lerini üretemediği, kendi oluş hâllerini kendi-için-varlık formunda gerçekleş

GERÇEKLİK KURGUSAL MIDIR?

Resim
  Üniversite öğrenimimin ilk döneminde Yeni Türk Edebiyatına Giriş adlı bir dersimiz vardı. Bir gün Doç. Dr. Nuri SAĞLAM hocamız, sınıfta edebiyatın kurgusallığı/kurgu dışı olması bağlamında tartışma ortamı yaratırken şöyle bir cümle kurdu: ‘’Gerçeklik kurgusaldır, biz de öyleyiz. İnanıyorsanız yüce bir tözün, Tanrı’nın; inanmıyorsanız maddenin kurgususunuz.’’ Bu söz üzerine çok uzun müddet düşündüm, okudum, araştırdım… Kendi düşüncelerimi kaleme almak istedim nihayetinde. Şayet gerçeklik kurgusalsa, her şey illüzyonsa özgür irade mefhumu tartışmaya kapanmış olmuyor mu böylelikle? Yahut gerçekliğe içkin olan aşkınlığımızı nerede konumlandırmak gerekiyor? Gerçeklik diye tekil bir kavram yoktur belki de. Bu mefhum zaten tümel ve farazi bir mefhum, müşahhas değil. Şeylerin teker teker gerçekliğinden söz edebiliriz; atıyorum masanın, sandalyenin, kuşların, çiçeklerin… Ancak bir kavrayış olarak gerçekliği zihnimizde tasavvur etmek ve onu somutlaştırmak pek mümkün görünmüyor. Yani ‘’Gerçekli

Beyazıt Meydanı'nın İncisi: Küllük Kahvesi

Resim
              Bugünkü içeriğimizin konusu 1930’lu yılların edebiyat çevresine damgasını vurmuş olan Küllük Kahvesi. Küllük; İstanbul’un gözbebeği Beyazıt Meydanı’nda konumlanıp Beyazıt Camisi’ne sırtını yaslayarak, gerek dönemin akademik çevresi ve İstanbul Üniversitesi öğrencileri tarafından gerekse şair ve yazarlar tarafından tercih edilen bir uğrak alanı olmuştur. Hemen bitişiğindeki meşhur Emin Efendi Lokantası’nda yemek yiyen sanatçılar, ardından Küllük’te çay-kahve içerek edebiyat sohbetlerine iştirak etmişlerdir. Kimler gelip geçmemiştir ki Küllük’ten? Orhan Veli Kanık, Mehmed Fuad Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Agâh Sırrı Levent, Sait Faik Abasıyanık, Nazım Hikmet, Asaf Hâlet Çelebi ve nicesi… Şair Sıtkı Akozan, Küllüknâme adlı uzun bir şiirinde şu dizelere konuk etmiştir kahveyi: ‘’Sanmayın âvâre bülbüller gibi güllükteyiz / Biz yanık bir kor gibi sabah akşam Küllük’teyiz.’’ Akozan aynı kitabında İstanbul’un göğsüne takılmış bir demet gül olarak tasvir etmiştir Küllük’ü.

DİL VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ EKSENİNDE ŞİİRİN SERÜVENİ

Resim
                                DİL VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ EKSENİNDE ŞİİRİN SERÜVENİ                                                                                                  Cemre Nehir KARAİN ÖZ             Dil; insanlar arasındaki iletişimi, düşünsel üretimi ve kültürel belirlenimi yaratan temel faktörlerden birisidir. Kültür nasıl dile içkinse dil de kültürü gelecek nesillere taşır, bu iki araç arasındaki etkileşim devingendir. Zamanla dilde de kültürde de yenilikler meydana gelebilir. Bu bağlamda yazın alanındaki anlayışların farklılık göstermesi de kaçınılmazdır.             Dilde meydana getirilecek olan değişiklikler edebiyatın bütün dallarına yansısa da şiir, bu değişikliklerin esas gözlemlendiği alandır. Roman, öykü, deneme gibi türler belirli bir çizginin içerisindedir ancak şiir halihazırdaki tüm sınırları aşmıştır. Şiirdeki çok-anlamlılık onu gündelik dilden de ayıran yegâne unsurdur.             Bu çalışmada dilin özgürlüğü bağlamında kültür ve insan ile olan