Doğa ve İnsan İlişkisi Bağlamında Yabancılaşma
Doğa
ve insan ilişkisinin kökeni çok uzun yıllar öncesine dayanmaktadır. Bilindiği
üzere Antik Çağ’daki filozoflar doğa filozofları olarak nitelendirilirdi. O
dönemlerde bilim henüz bu denli gelişkin olmadığı için insanlar, doğa
olaylarını teolojiye dayandırır ve ardında bunu yaratan tanrılar ararlardı.
Zamanla bilim gelişti ve icatlar yapıldı. Rönesans-reform hareketleri, coğrafi
keşifler, aydınlanma felsefesi ve daha nicesi kapitalizme zemin hazırladı. Kol
gücünün yerini makinelerin alması sonucu Sanayi Devrimi ile birlikte bir avuç
azınlık doğa üzerinde kapitalist tahakküm kurmaya başladı. Nitekim doğa ve insan
bütünlüğü de parçalanarak aralarına soyut duvarlar örüldü. Bunun felsefi
zeminini aydınlanma filozoflarından biri olan Descartes’ın düalist (ikici)
yaklaşımında görebiliriz. Doğanın ve doğadaki varlıkların gerçekliğinden şüphe
eden düşünür, ben’in varlığını ikirciksiz kabul ederek ikici bir yaklaşımı esas
almıştır. Aynı şekilde bu anlayış, materyalizm ve idealizm arasında üçüncü bir
yol olduğunu da öne sürmektedir. Kant’ın felsefesi de bu üçüncü yola örnek
olarak gösterilebilir. Oysa idealizmin aksine bilimi esas alan materyalizmde
buna yer yoktur. Her şey maddedir, düşüncenin dahi özdeksel bir zemini
bulunmaktadır. İdealizmin düalizmi, maddenin mevcudiyetinin madde olmayan bir
mutlak tin tarafından yaratıldığını savunurken; materyalizm, düalizmi
kesinlikle reddederek, mevcudiyeti maddesel süreçlerle ve diyalektik yöntem ile
açıklar. Hiçbir şey nedensiz değildir, her olay birbiri ile bağıntılıdır ve
dairesel çemberler ile daima basitten karmaşığa doğru akar. Dolayısıyla doğa ve
insan da birbirinden bağımsız düşünülemez. İnsan doğadır, doğanın bir ürünüdür.
Ancak doğanın sömürülmesi; sanayileşme, betonlaşma ve çarpık kentleşme gibi
sorunları doğurarak insanları kendilerine ve parçası oldukları doğaya
yabancılaştırmıştır. Bu yabancılaşma, son kırk yılın neoliberal politikalarıyla
akıl almaz biçimde şiddetlenmiştir. Özellikle 1991 yılında SSCB’nin
dağılmasıyla beraber emperyalist-kapitalist ülkelerce doğanın talan edilmesi ve
ideolojik aygıtlarıyla körükledikleri bireycilik toplumlarda ivme kazanmıştır.
ABD tarafından yetiştirilen AKP/Saray Rejimi de saltanatını bu gibi yağmaların,
özelleştirmelerin ve emek sömürüsünün üzerine kurmuştur.
Bu bağlamda yabancılaşma, her çağın düşünürü tarafından farklı şekilde yorumlanarak ele alınmıştır.
Örneğin rotayı eski çağlara çevirdiğimizde bu kavramı ilk kullanan düşünürün
Plotinos olduğunu görürüz. Plotinos’un felsefesine göre organizmayı oluşturan
ruh ve bedendir. Var olan her tikel, uzamsal yahut zamansal bir düzlemde
bulunmayan; kendinin hem öznesi hem de nesnesi olabilen Nous’a[1] içkindir ve ondan
türemiştir. Dolayısıyla doğa da insan da Nous’u kendinde taşır. Ancak
Plotinos’a göre insan, doğduğu andan itibaren ona biçilen sınırların kafesinde gerçeğe
yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşmanın aşılması ise tinin özneye doğru yolculuğa
çıkıp Nous ile bütünleşmesiyle mümkün olacaktır. Plotinos’un bu felsefesi
Alevilik için de esin kaynağı olmuştur. Hallac-ı Mansur’un Enel-Hak[2] kuramı buna bir örnek
sayılabilir. Bu sebeple doğa, Alevilik felsefesinde de önemli bir yer teşkil
eder. Her şeyin özünü çar anasır[3] oluşturur. Doğa ve insan
da dahil evrenin tümü tanrının bir yansımasıdır. O yüzden Alevilikte sevgi her
şeyden önce gelir. Çünkü doğaya ve diğer varlıklara duyulan sevgi, tanrıya
duyulan sevgiyle özdeştir. Fakat burada söz edilen tanrı aşkın bir tanrı
değildir, yaratmamıştır. Yani insanın varoluş süreci semavi dinlerdeki gibi yoktan
değil, vardan var olarak gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Alevilikte devir kuramı
geçerlidir. Ten öldüğünde can doğaya ve tanrıya karışıp çeşitli formlarda
kendini yeniden var edecektir. Kâh ağaçta kâh toprakta kâh suda… Çünkü canlı-cansız
tüm varlıklar bir etkileşim hâlindedir ve zamanla birbirine dönüşürler. Tanrı,
evrenin tümüdür. Bu yanıyla Alevilik, panteizm[4] ile de özdeşleşebilir. Nitekim
Spinoza da bunu savunmaktadır. Dolayısıyla Aleviliğin asimile edilmeyen
düşünsel kökenleri Stoacılığa, Şamanizm’e, Hinduizm’e, Budizm’e, Yeni
Platonculuğa… kadar uzanmaktadır. Fakat bu felsefe de idealizmin bir kanadını
oluşturur.
Gelelim
Hegel’e… Yabancılaşma kavramını derinlemesine irdeleyen ve bütünlüklü bir
felsefe sistemi kuran aslında o olmuştur. Hatta Hegel, Marx’ı da diyalektik yöntemiyle
etkilemiştir. Fakat ne yazık ki düşüncelerini idealizmin pençesinden kurtaramamıştır.
Hegel’e göre her şeyi yaratan Geist[5], kendini görünür kılmak
için ilkin doğayı var etmiştir. Ancak Geist soyuttur, saftır, katıksızdır. Doğa
ise tam aksine her maddi varlık gibi kusurludur. Nitekim doğa, tinin
bozulmasına ve kendine yabancılaşmasına yol açmıştır. İkinci adım olarak Geist,
kendi evriminin en yüksek aşamasına erişebilmek ereğiyle insanlığı ve tarihi yaratmıştır.
Onun bitimsiz devinimi de tarih ırmağının ileri akışını sağlamaktadır. Geist’in
hareketinin enerji kaynağı ise çelişkilerin ta kendisidir. Hegel’e göre bu
çelişkiler karşıtları yaratır ve karşıtların çatışması gelişime yol açar. Buna
tez-antitez-sentez denir. Ancak Hegel’in felsefesinde kendine yabancılaşan
tinin yeniden kusursuzlaşması mümkündür ve son mertebede devinim de sona
erecektir.
Dönemin
materyalist filozoflarından Feuerbach da Hegel ile aynı dönemde yaşamıştır. O,
Hegel’in düşüncesinin yeni bir dinden farksız olduğunu söyleyerek Hegel’in
söylediği her şeyin aksini savunur. Dolayısıyla Feuerbach için tanrı, kendine
yabancılaşan insanın ta kendisidir. Onun haricinde bir tanrı yoktur. Ancak Karl
Marx için her ikisi de eksik bir yaklaşımdır. Marx, Hegel’in diyalektik
yöntemini benimseyip idealizmi rafa kaldırırken; Feuerbach’ı da insanı mekanik biçimde
görmesiyle eleştirmiştir. Marx’a göre tarihi ilerleten, Geist gibi soyut bir
ideanın kendine yabancılaşması sonucu kusursuzlaşma ereği değildir: İnsanlar ve
onların sınıf savaşımlarıdır. Ve insan, Feuerbach’ın savunusunun aksine daha
özel önem taşıyan bir canlıdır. Bir doğa varlığı olan insanı diğer varlıklardan
ayırt eden yegâne şey bilinci ve emeğidir. Madde-düşünce, varlık-bilinç gibi iki
ayrı başlıkta ele alınan kavramlar insanda bir bulunur. İnsan hem maddedir hem de
düşüncedir.
Marx,
1844 El Yazmaları’nda doğayı şu şekilde tanımlamaktadır: ‘’Doğa, yani bizzat
kendisi insanın bedeni olmayan doğa, insanın organik olmayan bedenidir.’’ Ancak
19.yüzyıl kapitalizminin hızla gelişmesiyle beraber sömürgecilik ve sanayileşme
faaliyetleri doğayı tahribata uğratmıştır. Bunun sonucu olarak da doğa-insan
arasındaki bütünlük yıkıcı biçimde bölünmüştür. Marx’ın yabancılaşma kuramının
ana çıkış noktası da kapitalist üretim ilişkileri olmuştur. Özel mülkiyete
dayalı bir sistem olan kapitalizmde üretim araçları patronun elindedir. İşçi
yaşamak için patrona işgücünü bir meta olarak satmak zorunda kalır. Bunun
sonucunda da işçi kendi emeğine yabancılaşır. İkinci olarak işçinin alın teriyle
ürettikleri, üretim araçlarını (fabrikalar, madenler, makineler vs.) elinde tutan patrona ait olur. İşçi, ürettiğini
tüketemez, ondan yararlanamaz. Patron işçiye yalnızca emek gücünün yeniden
üretim sürecini sağlayacak kadar ücret verir. Yani bu da işçinin yalnızca karın tokluğuna
çalışması demektir. Dolayısıyla işçi, ürününe de yabancılaşır ve varlığını
dışsal bir nesne olarak algılar. Nitekim kendi emeğine ve ürününe yabancılaşan
işçi, nihayetinde topluma ve doğaya da yabancılaşmış olur.
Marx’ın
yabancılaşma kuramında ‘’şeyleşme’’ ve ‘’meta fetişizmi’’ olarak adlandırılan
iki kavram da önem taşımaktadır.[6] Bu durum tüketimi
körükleyen kapitalist toplumlarda görülür. Türkiye’de de 12 Eylül faşist
darbesinden sonra bu yol izlenmiştir. Bir yandan devrimciler katledilip işçiler-emekçiler
sendikasızlaştırılırken, öte yandan topluma tüketim için rekabet, bireycilik,
karamsarlık gibi fikirler aşılanmıştır. Yaratmaya çalıştıkları insan tipolojisi;
doğadan tamamen kopuk, kendine ve topluma yabancı, umutsuz insan tipolojisidir.
Tek amacı sistemin aradığı ideal ücretli kölelerden biri olup daha fazla para
kazanmak ve patronların gözünde yükselmektir. Bu insan tipi, işini kaybetmek gibi çeşitli
korkular dolayısıyla haksızlığa karşı tepki göstermeyerek örgütlenmekten de kaçınmaktadır.
Çünkü kapitalizm, ona doğduğu andan itibaren düzenin böyle gelip böyle
gideceğini ve doğru olanın çıkar kollaması olduğunu empoze etmiştir. Marksist
bir psikanalist olan Fromm, özellikle hizmet sektöründe bu durumun yaygın
olduğunu belirtmektedir. Doğadan kopup kendine yabancılaşan kişi, pazarın ondan
istediği tipe uyabilmek için kendi olmayan bir öteki benlik yaratmıştır. Birey,
beton yığınları arasında ve çoğul yalnızlıklar içinde mutsuz bir yaşam
sürmektedir. Bunun akıbetinde de depersonalizasyondan[7] paranoid şizofreniye, çoklu
kişilik bozukluğundan bipolara kadar pek çok psikolojik rahatsızlık ortaya
çıkabilmektedir.
Peki,
böylesi bir hayat ölümle eşdeğer değil midir? Eğer insan, varoluşuna anlam
kazandıran sevgi, dostluk, merhamet gibi değerleri yitirirse artık nasıl
yaşayabilir? Özgür olduğuna inandırılan bireyin rekabete dayalı bir düzen
içerisinde debelenip durması ve öz benliğini yitirerek düzenin öznesi olması
ortalama yetmiş yıl süren yaşamda ne anlam ifade edebilir? Yetmiş yıllık bir
hiç. Öyleyse bu durumu bir de Andrey Voznesenski’nin Oza şiirinden bir kesitle örneklendirelim…
‘’Bir
sürü makine adam / Dizilmiş otomatların önüne / Atıyorlar deliklerden paraları
/ Alıyorlar önlerine ne düşerse. / Zaman yok düşünmeğe artık / Doldurulur gibi
konserve kutularına / Brüt ve net. Bürolara tıkıldık / Zaman yok artık insan
olmaya.’’
Bu yabancılaşmadan kurtulmak ancak özel mülkiyetin lağvedilmesi ile mümkündür. Liberaller, sosyalizm öldü, naraları atsa da aksine insanlığın ve doğanın kurtuluşu için sosyalizm her zamankinden daha büyük bir zorunluluk hâline gelmiştir. Öyle ki, aşıların patenti kaldırılsa tüm dünya virüsten kurtarılacakken; sırf patronların kâr hırsı için milyonlar ölüme terk edilmektedir. Bunun yanı sıra iklim krizi, betonlaşma, ormansızlaşma, türlerin yok olması gibi pek çok yakıcı başlık da gündemimizdedir. O yüzden sosyalistler, kapitalizme karşı direnen tüm toplumsal dinamiklere sınıfsal bir kimlik kazandırıp onları dönüştürerek dayanışmayı örgütlemelidir. Çevrecilik, eko-faşizmden ve liberal düşüncelerden arındırılmaksızın güç kazanamayacaktır. Zaten kapitalist sistem içerisinde doğanın yahut insanın kurtarılabileceğini düşünmek de başlı başına garabettir. Bu sömürü düzeni kökten parçalanmalı, sömürenler cezalandırılmalı ve insana yaraşır yeni bir düzen kurulmalıdır. Bu da ancak örgütlü-bilinçli militan bir işçi sınıfı ve onun öz örgütü ile gerçekleşebilir. Üretim araçları kamulaştırılmadan doğa üzerindeki kapitalist tahakküm son bulmaz. Dolayısıyla doğa-insan bütünlüğü de kurulamaz. Fakat merkezi planlamaya dayalı bir üretim söz konusu olduğunda dünyadaki tüm kaynaklar bütün insanlığa yetebilir. Böylelikle ne yabancılaşma kalır ne de yoksulluk… Yeter ki düşmana karşı sıkılı bir yumruk gibi duralım. Yeter ki bireyciliği yıkıp kolektivizmi örgütleyelim. O vakit kim önümüzde durabilir? Hangi saltanat yıkılmaz değildir?
Marşta da geçtiği üzere, bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş muhakkak doğacaktır. Çünkü nicel birikimin nitel sıçrayışa dönüşmesi evrenin en temel yasasıdır. Eski parçalanır ve yeni oluşur. Engels’in de dediği üzere: ‘’Doğa, diyalektiğin kanıtıdır.’’
Artık vakit, yürüyüp baharı örgütlemenin, her kesimi dönüştürmenin vaktidir.
Güneş’in zaptı yakın!
[1] Mutlak
tin, tanrı…
[2] ‘’Ben Hakk’ım/Tanrı’yım.’’
Vahdet-i vücut, yani varlığın birliği anlayışının temelini oluşturur.
[3] Ateş, hava, su, toprak.
[4] Panteizm de tabiatçı panteizm,
idealist panteizm ve teolojik panteizm olmak üzere üç kola ayrılmaktadır.
[5] Her şeyi
var eden mutlak tin, tanrı, idea…
[6] Şeyleşme: Gerçek ve toplumsal
ilişkilerin yerini; metaların, nesnelerin alması anlamına gelir. Meta fetişizmi
de benzer şekilde açıklanabilir. Kişi, insani değerlerden çok maddiyatı ön
planda tutar.
[7] Bireyin kendi bedeninden kopup
varlığını dışarıdan gözlemlemesi, gerçeklik algısının yok olması durumu.
Yorumlar
Yorum Gönder