Alacakaranlıktaki Ülkemize Bir Bakış | ''Öyle mi Erdoğan?''

1.

Geçenlerde Samsun’da bir yurttaş, eline ‘’İş, Aş’’ yazarak kendini korkuluklara astı ve hayatına son verdi. Öte yandan, 425 milyon liralık vergi borcu silinen Mehmet Cengiz (Beşli çeteden biri, Cengiz Holding), 47 milyon dolara yeni bir jet satın aldı. Bunun yanı sıra Saray Rejimi, Tunus’a 5 milyon dolar yani 39 milyon 500 bin lira hibe etti.

Hadi ülkemizde kısa bir gezintiye çıkalım…

Neredeyse her gün açlık, yoksulluk nedeniyle intihar eden insanları işitiyoruz. Oysa bu ölümler intihardan ziyade iktidar eliyle işlenen bir cinayet niteliğini taşıyorlar. Katili, mafyayı, hırsızı koruyan bir diktatör; aleyhinde söz söyleyeni, gerçeği yazanı tutsak ediyor. Yüzölçümü 11.400 km2 olan Katar’a 22.000 km2 toprağımız satıldı. Antalya Limanı da buna dahil. Neredeyse iki Katar kadar toprak… Karanlığın ablukası altındayız. Burada da ‘’Vatan onu parsel parsel satanların değil, uğrunda darağacına gidenlerin vatanıdır.’’ diyen Deniz Gezmiş’in sözünü hatırlıyoruz.

2020 yılının ilk 11 ayındaki hak ihlalleri raporuna baktığımızda: 3 bin 298 işkence ve 2 bin 918 yaşam hakkı ihlalinin kayıtlara geçtiğini görüyoruz. Uşak Emniyet Müdürlüğünde 30 genç kadın öğrenci çıplak aramaya maruz bırakılıyor ve bu şekilde üç kere otur-kalk işkencesi yapılıyor. Sonra, Alaattin Çakıcı gibi alçak bir suç örgütü lideri rahatlıkla muhalefet liderini tehdit edebiliyor. TİP Genel Başkan Yardımcısı Barış Atay’a önce sabotaj girişiminde bulunuluyor, ardından karanlık bir sokakta saldırıya uğruyor fakat suçlular ceza almıyor. Avukatımız, sanatçılarımız hakları için başladıkları ölüm orucu nedeniyle hayatını kaybediyor. İşte, cumhuriyet kisvesi altında Saray Rejimi ilan eden AKP’nin Türkiye’si. Mafyanın, katilin, hırsızların yönettiği bir ülke.

Saraya uşaklık eden yandaş medya, tozpembe portreler çizip yalanlar söylese de bizler hakikati biliyoruz. Bir yanda yoksullaştırılan emekçiler; öte yanda bütçeden kendisine 59 milyon TL -25 bin asgari ücret ediyor- ayıran saray ve yandaşları… Bir yanda ölüme terk edilen işçi sınıfı; öte yanda lüks villalarından ahkâm kesip, hayatı evlerine sığdırabilen sermaye sınıfı… Bir yanda hakları için direnen, Ankara’ya yürüyen Ermenek’li, Soma’lı madenciler ve metal işçileri; öte yanda onlara saldıran, devletin paralı uşakları…

2.

-Peki, emekçiler günden güne yoksullaşıp ölüme sürüklenirken, Türkiye’deki büyük tekellerin bu yıl ilk dokuz ayda yüzde kaç oranında kâr artırdıklarını biliyor musunuz?

‘’Koç Holding’e ait Türk Traktör kârını yüzde 200, Zorlu’ya ait Vestel yüzde 150, Alarko yüzde 430 kâr artışı sağlamış.’’ (Çark Başak, Kasım 2020, 19.sayı – Okumak isterseniz bana ulaşabilirsiniz.)

İşte, sömürü düzeni… İşte kapitalizm!

Faşizm koşullarının giderek ağırlaştığı bu dönem, kimi insanları ümitsizliğe sürüklese de bizler gençlik olarak bu gaflete düşmemeliyiz. ‘’Öyle mi alay komutanı?’’ diye haykıran madencinin cesaretini kuşanmalıyız. Sınıf kinini göndere çekmeliyiz. Okumalı, düşünmeli ve yazmalıyız. Çünkü haklı olan bizleriz. İşçi sınıfında uzun zamandır biriken kitlesel bir öfke var, bu artık ayan beyan. Gerek güvencesiz çalışma koşulları gerek yoksullaşma gerek borçlanma… İşsiz kalan kişi sayısı 10 milyona dayandı, yurttaşların bankalara olan borcu %40 oranında arttı, insanlar günde 39 lirayla yaşamaya mahkûm bırakıldı; COVİD-19 patronların değil, işçilerin ölümüne yol açtı. Daha geçenlerde, hafta sonu sokağa çıkma yasağı olmasına karşın çalıştırılan iki işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirdi. Pandemi döneminde iktidarın emekçiyi değil, patronları koruması ise biriken bu öfkeyi derinleştirdi. Buna bir başka örnek olarak da yakınımızda, Manavgat’ta, maaşları ödenmeyen Side La Grande Hotel işçilerini örnek verebiliriz…

Saray Rejimi ister sosyal medya yasaları çıkarsın isterse hepimizi zincire vursun, bu öfkenin doğuracağı sonuçlara engel olamayacaktır. Fakat olası bir eylemlilikte, Gezi örneğindeki gibi, bu hareketin kendiliğinden ve örgütsüz bir nitelikte olmaması, sadece bir tepki olmakla sınırlı kalmaması gerekmektedir.

Tarihe bakalım… Hangi diktatör ebediyen zulmedebilmiştir ki? Hepsinin sonu ‘’örgütlü halkın’’ elinden olmamış mıdır? Televizyonlarda ve ders kitaplarında milliyetçi-şoven duyguların uyandırılması için yazılan tarihi, nesnel biçimde ve tarihsel materyalist bir bağlamda incelersek: Hangi üretim biçimi sonsuza kadar sürmüştür? Burjuva medyası bizlere düzenin ‘’böyle gelip böyle gideceğini’’ anlatsa da bu sözler ne kadar doğrudur? Bütünüyle yanlıştır. Üretim biçimleri değişmez değildir, değişir. İlkel komünal sistem köleciye, köleci feodalizme ve feodalizm de kapitalizme dönüşmüştür. Bunların her birinin sonunu hazırlayan kendi içsel çelişkileri olmuştur. Çeşitli maskeler taksa da özü değişmeyen ücretli kölelik düzeninin sonunu getirecek olan da budur.

Ancak bu reformlarla gerçekleşmeyecektir. Reformlar yoluyla sömürü sona ermez. Gençlik Kavganın Neresinde isimli bir yazımda da söz ettiğim gibi: Devlet bürokrasisi ve militarizmin doruğa ulaştığı faşist iktidarlar ancak zorla devrilebilir. Barışçıl yoldan bir düzen değişikliği, kapitalizmin tekel öncesi dönemine ait bir tezdir. Bunun yanı sıra düzen değişikliğinden anlayacağımız şey CHP’nin iktidarı devralması değildir. Çünkü CHP de bir burjuva düzen partisidir. İşçi sınıfı yine sömürülmeye devam edecektir, emekçiler yoksulluğa mahkûm bırakılacaktır. Ücretli kölelik düzeninin yıkılması için özel mülkiyet (Yani üretim araçları: Fabrikalar, yollar, makineler, kaynaklar vs.) kamulaştırılmalı ve proletaryanın, yani yüzde doksan dokuzun, çoğunluğun iktidarı kurulmalıdır. Çünkü en ‘’demokratik’’ cumhuriyet bile bir avuç azınlığın/sermaye sınıfının, çoğunluk üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Devlet örgütü de sınıfların ortaya çıkmasıyla kurulmuştur. Dolayısıyla iki taraftan birinin çıkarını gözetmektedir. Gördüğümüz gibi kapitalist sistemde işçiler yaşamak için işgücünü satar, üretir fakat yoksullaşır; patronlar üretim araçlarına sahip olduklarından ötürü sömürür, zenginleşir. Demokrasi ve özgürlük, kapitalizmde yalnız bir avuç azınlık, sermaye sınıfı içindir. Akla aykırı olan bu sistem ancak devrimle değişebilir. Devrimin sübjektif koşullarının olgunlaşması için ise teoriyi eylem kılavuzu bilen partilerin disiplinle çalışarak kitleleri harekete geçirmek adına her alanda mücadeleyi örgütlemeleri gerekmektedir. Bu kavgada en büyük sorumluluk, işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıyacak ve mücadele içerisinde onları dönüştürecek olan sosyalistlere düşmektedir.

1923 yılında Mustafa Kemal'in ve küçük-burjuva kadroların kurduğu, bir burjuva devrimi olan cumhuriyet, bizzat AKP eliyle parçalanmıştır. Sözüm ona bir cumhuriyet varmış gibi kutlamak yahut ağlayıp sızlamak yerine gelecek için savaşmalıyız. Önümüzdeki tek seçenek: Parçalanan cumhuriyetin söküklerini dikmektense, bu faşist iktidarı yıktıktan sonra daha ileri bir düzen, sosyalist bir cumhuriyet kurma stratejileri geliştirmektir.

3.

-Peki biz öğrenci gençlik olarak, daha da özele indirgersek, liseliler olarak şimdi ne yapmalıyız? Karanlığa boyun eğip uşağı mı olmalıyız yoksa kavgaya atılıp onurlu bir yaşam mı sürmeliyiz?

Yapmamız gereken en temel şey okuyup, doğru bilginin peşinde koşmak ve örgütlenmektir. Umutsuzluğa, yılgınlığa, korkuya kapılmamalıyız. Bu düzenle tek başımıza mücadele edemeyiz. Ancak birlik olursak güçlü olabiliriz. Elindeki tüm yollar ile öğrencileri ehlileştirmek üzerine kurulan ve öğretmenlerin siyasi kimliklerini bastırmaya çalışan bankacı eğitim modeline karşı (Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler kitabında bu konu hakkında detaylı bilgiler mevcuttur) üzerimizdeki apolitik örtüyü yırtıp atmalıyız.

Bizleri eleştirel düşünmekten uzak tutan ve edilgen nesneler hâline getiren bu sistemdir. Devrimci eğitimcileri KHK’larla ihraç edip fişleyen, faşizmin zindanlarına esir eden (Yüksel Direnişçileri) budur. Okul sıralarına oturduğumuz ilk günden beri ‘’aktarılan’’ bilgileri sorgulamadan ezberliyoruz. Bu yüzden gerçek anlamda bir bilgi de öğrenmiş olmuyoruz. Ders kitaplarımız gerçeği yansıtmıyor. Bilimsel, laik bir eğitimden mahrum bırakılıyoruz. Sınavlara girip çıkıyoruz, birbirimizi geride bırakarak yükselmek ve rekabet etmek zorunda kalıyoruz. Mezun olduktan sonra ise ezberlediklerimizi unutuyor, tek tip bir köle hâline getiriliyoruz. Peki bunca yıllık çabanın sonunda kazandığımız nedir? Koskoca bir hüsran. İşte kapitalizmin de tam olarak istediği budur. 18 yaşındaki Furkan Celep’in ‘’Bir ev, bir araba uğruna yıllarımı harcamak istemiyorum.’’ deyip intihar etmesinin sebebi budur. İnsanı yalnızlaştıran, yozlaştıran, kendine ve topluma yabancılaştıran budur. Unutmayalım ki ben öznesi ancak biz’in içerisinde anlam kazanabilir. Tek başımıza mücadele edemeyiz, etsek de kazanamayız.

Belki tarafsız olduğunu düşünenlerimiz vardır, belki ideolojiler saçma geliyordur. Olabilir. Çünkü birçok sıra arkadaşımızı apolitik olmaya sevk ederek pasifleştiren, bizzat sistemin kendisidir. Mühim olan bu pasiflikten kurtulmaktır. Unutmayalım ki yaşamımızı kontrol eden şey: Bizim katılmaktan kaçtığımız ve sıkıcı bulduğumuz siyasettir. Tarafsızlık diye bir şey yoktur. Ya bir avuç azınlığın, yani sermaye sınıfının safında durursunuz ya da emekçi halkın. Denklem bu kadar basit. Hem ne demiş Gramsci:

‘’Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Frederich Hebbel’in dediği gibi ‘yaşamak taraf tutmaktır’ bana kalırsa. Bir insan, şehrin dışında ve sadece insan olarak var olamaz. Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, taraflı olmaktır. Kayıtsızlık irade yitimidir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsız olmak yaşamamaktır.’’

Zaten, siyaset dediğimiz şey meclisteki burjuva düzen partilerinden ibaret değildir. Televizyonda izlediğimiz diziler, yediğimiz yemek, içtiğimiz su… Sokaklar, okullar, işyerleri… Bizim için belirleyici olması gereken bunlardır. Bunların hepsi birer siyasettir ve siyaset her yerde konuşulabilir. Çünkü eğer biz bilinçlenmez ve bilinçlendirmez isek bir gün müdahale etmek istemediğimiz siyaset gelip bize müdahale edecektir. Lenin böyle söylemiştir.

İşte tam olarak bu yüzden, kendi yaşamımızda söz sahibi olabilmek ve insanca yaşayabilmek için bilinçlenmeli, örgütlenmeliyiz. Çünkü insanca yaşam hiçbir zaman lütuf gibi sunulmayacaktır. Onu mücadele ederek, savaşarak, tüm zincirleri kırarak bizler kuracağız.

Bundan bir sene önce ‘’Dünyadaki tüm yolculuklar tek bir adımla başlar.’’ diyerek kurduğumuz ve pandemi sürecinin yarattığı sorunlara rağmen Türkiye’nin dört bir yanında yüzlerce öğrenciye ulaştığımız Öğrenci Sendikası’na siz de katılın. Geleceksizlik, işsizlik ve yoksulluk düzeni karşısında pes etmektense her alanda biz de mücadeleyi büyütelim. Hepimizin derdi ortak. Hiçbirimiz yalnız değiliz. Köşemize çekilmek yerine sorunlarımızı çözebilmek için birbirimize daha sıkı tutunmalıyız. Karanlığı ancak böyle aydınlatabiliriz. Okuyan insan emekçi halka karşı sorumludur, bunu unutmamalıyız.

Öğrenci Sendikası hakkında detaylı bilgi almak isterseniz bana ulaşabilirsiniz. Her konuda elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım.

Ahmed Arif’ten bu şiirin, umutsuzluğa kapıldığınız anlarda size bir ışık, bir güneş olmasını dilerim, sağlıcakla kalın…

‘’Öyle yıkma kendini / Öyle mahzun, öyle garip / Nerede olursan ol / İçerde, dışarda, derste, sırada, Yürü üstüne – üstüne / Tükür yüzüne celladın / Fırsatçının, fesatçının, hayının / Dayan kitap ile / Dayan iş ile / Tırnak ile, diş ile / Umut ile, sevda ile, düş ile / Dayan rüsva etme beni.''

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Muhalefete Dönük Saldırılar, Paramiliter Yapılanmalar...

Doğa ve İnsan İlişkisi Bağlamında Yabancılaşma

Gençlik Kavganın Neresinde? Devrim Yolunda İdeolojik Mücadele Ve Devrimci Şiddet

Maraş Katliamı (19-26 Aralık 1978)