DİL VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ EKSENİNDE ŞİİRİN SERÜVENİ


                         DİL VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ EKSENİNDE ŞİİRİN SERÜVENİ

                                                                                                 Cemre Nehir KARAİN

ÖZ

            Dil; insanlar arasındaki iletişimi, düşünsel üretimi ve kültürel belirlenimi yaratan temel faktörlerden birisidir. Kültür nasıl dile içkinse dil de kültürü gelecek nesillere taşır, bu iki araç arasındaki etkileşim devingendir. Zamanla dilde de kültürde de yenilikler meydana gelebilir. Bu bağlamda yazın alanındaki anlayışların farklılık göstermesi de kaçınılmazdır.

            Dilde meydana getirilecek olan değişiklikler edebiyatın bütün dallarına yansısa da şiir, bu değişikliklerin esas gözlemlendiği alandır. Roman, öykü, deneme gibi türler belirli bir çizginin içerisindedir ancak şiir halihazırdaki tüm sınırları aşmıştır. Şiirdeki çok-anlamlılık onu gündelik dilden de ayıran yegâne unsurdur.

            Bu çalışmada dilin özgürlüğü bağlamında kültür ve insan ile olan ilişkisi incelenip divan edebiyatından halk şiirine, halk şiirinden cumhuriyet dönemi şiir anlayışlarına uzanılarak çağdaş şiirin hangi temelde oluşturulması gerektiği değerlendirilecektir.  

Anahtar Kelimeler: şiir, dil, kültür, toplum, edebiyat


Giriş

Dil ile olan bağlarımız henüz doğmadan önce, anne karnındayken algıladığımız seslerle başlar. Kendimizi dilin sunduğu olanaklarla ifade ederiz, onunla düşünür onunla üretimde bulunuruz. Dil, tıpkı bizler gibi devingendir. Toplumların, sistemlerin, düşüncelerin değişip gelişmesine paralel olarak dil de değişkenlik gösterir. Kültür de dilden bağımsız bir unsur olarak görülemez. Nasıl dil, kültürün gelecek nesillere taşıyıcısıysa kültür de dile içkindir, her iki araç da bu karşılıklı etkileşimle birbirini biçimlendirir.

Kültür; insan yaşamının, alışkanlıkların, bir toplumun tavrının bütünüdür. Çeşitli düşünürler kültür üzerine fikir beyan etmişlerdir. Örneğin Jean-Paul Sartre’a göre kültür, ben’in yaratıcısıdır. Cicero, kültürü insanın belirli ilkelere göre davranması olarak tanımlamıştır. Modernist şairlerden T.S. Eliot ise kültürün gündelik yaşamda öğrenilebilecek olan her şey olduğunu savunmuştur. Kültür sözcüğünün kökenbilimsel incelemesi yapıldığında kollarımız Latinceye uzanmaktadır. Latincede cultivate kelimesine denk düşen kültürün tanımı: ekilip biçilebilen, yetiştirilebilendir. Bu eksende bir toplumu toplum yapan; bağımsızlığını, sanat anlayışını, yaşamını belirleyen en temel unsur dil ve kültürdür. Edebiyatın mihenk taşı olan şiir de bu iki unsurun bağrından doğmuştur. Fakat dil, şiirde bir araç değildir. Dilin araçsallaştırılmasına, yetkenin diline bir başkaldırıştır şiir. Edebiyat kanonuna verilmiş bir tepki, bir eylem niteliğini taşımaktadır. Eğer dil ve kültürün özgürce gelişimine izin verilmezse şiirin yetişip ekin vermesi de sekteye uğrar. Kendi diline ve kültürüne yabancılaştırılan bir toplumsa öz benliğiyle üretimde bulunamaz hâle gelir. Bu, aynı zamanda bir insan hakkı ihlâlidir. Yazımın geri kalanında cumhuriyet dönemi şiir anlayışlarına uzanan geniş bir perspektifi kaleme almaya çalışacağım ancak ilk olarak dilin özgürlüğüne değinmişken baskı altına alınan Kürt dili ve şiirine dair de birkaç söz etmek isterim.

 

Dilin Özgürlüğü Bağlamında Kürt Şiiri

Resmî ideolojinin söylemlerinin aksine, Kürtlerin çok uzun yıllar öncesine dayanan zengin bir yazılı ve sözlü edebiyatları bulunmaktadır. 11.yy.da yazılı edebiyatın ortaya çıkışına merkezlik eden en önemli yerler, birçok Kürt devletine başkentlik yapan yerlerdir. Bu yerlere örnek olarak: Cizîra Botan, Diyarbekîr (Amed), Bitlis, Doğubayazıt, Hemedan, Hizan, Meyafarkin verilebilir. İlk Kürtçe eserler 11. yy.da Kürtçenin Lorca ve Goranca lehçeleriyle yazılan Dubeytî ve Defterê Dewdani’dir. Kürtçenin eğitim dili olarak yasaklanmadığı yıllardaki Kürt medreseleri; Eliyê Herîrî, Feqiyê Teyran, Ehmedê Xanî, Melayê Cizîrî gibi pek çok önemli Kürt şairi yetiştirmiştir. Kürtçe; ticarette, hukukta, edebiyatta, gündelik yaşamda kullanılan bir toplumsal iletişim dili hâline gelmiştir. II. Mahmut döneminde tarihsel Osmanlı-Kürt ittifakının bozulması ve Kürt prensliklerinin kaldırılması sonucu bu medreseler de sahipsiz kalmıştır. Bu da Kürt edebiyatının gelişimini sekteye uğratmıştır.

‘’Mem bı Dicle`ra dı peyive / Naçar ı jı heyşete dı çu dur / Hemder ı dı bu dıgel şete kur / Ki: ey şıhbete eşke mın rewane / Be sebr u sıkuni, aşıqane / Be sebr u qerar u be sıkuni / Yan şıbhete mın tu ji cinuni? / Get nıne jıbo tera qerarek / Xalıb dı dıle teda nayarek.’’[1]

Bu baskılar, Osmanlı İmparatorluğundan sonra Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Cumhuriyet kurulmadan önce yerel özerklik sözü verilen Kürtler, bir anda dağ Türkleri ilan edilmiş; sürgünlerle, ölümlerle baş başa bırakılmışlardır. Tek dil-tek ulus-tek devlet politikası, Kürtlerin yazılı edebiyatlarına da zincir vurmuştur. Tehdit, inkâr ve asimilasyon… Çok-kültürlü bir toplumda kardeşçe yaşamak mümkünken bütün bu vahşetin nedenini anlamak güç olsa gerek. Mehmed Uzun, Nar Çiçekleri kitabında şöyle söylemektedir: ‘’Savaşsız, çatışmasız bir insani gelişmenin hizmetinde olan uygar yurtseverliğin ölçüleri, yukardaki ‘biz’in onur, şeref, haysiyet, vatanseverlik gibi saldırganlık içeren konseptleri olamaz. Bunlar, çılgınlığın cahil ruhları okşamak ve ellerine paslı hançerler tutuşturmak için başvurduğu yalanlardır. Uygar bir yurtseverliğin konseptleri ancak ahlâk, vicdan, tolerans ve insanlık olabilir. Her şeye rağmen bir nehir gibi akan insanlık, başka hiçbir şey değil.’’[2] Kuşkusuz hepimizin özlemi budur. Bunun gerçekleşmesi içinse şovenist-militarist politikaların bırakılması, tarihsel olarak da kanıtlanan gerçeklerin inkâr edilmemesi gerekmektedir.

Konumuz şiir olduğu için, Kürt şiirinde modern ve klasik şiiri harmanlayarak özgün bir biçem geliştiren Arjen Arî’yi örnek gösterebiliriz.

‘’Şer de ye mîna min niha helbest jî
kengî parzinîn biwêj ji xwînê
ji êşê rêz, ji şînê çarîn
helbesta min hingî bixwîn
wê evîn jê binizile…’’[3]

Yani sanıldığının aksine Kürt edebiyatı oldukça zengindir. Edebiyatın yanı sıra müzikleri de öyle… Pek çok dengbêj yetiştiren Kürt müzik kültürü, dinledikçe insanı uzak denizlere savurur. Dengbêjler, aynı zamanda sözlü edebiyatın da taşıyıcısıdırlar.

Kürt şiiri konusunda Rojen Barnas, Qedrî Can gibi pek çok modern şiir temsilcisini de ele alabiliriz ancak bu, farklı bir makalenin konusu olsun. Bu eksende araştırma yapmak isteyenler, Selim Temo’nun iki ciltlik Kürt Şiiri Antolojisi kitabını muhakkak okumalıdır.


Platon ve Aristoteles’te Şiir ve Mimesis Kuramı

Şiir, somutun soyutlaştırılarak yeniden üretilmesidir. Bu bağlamda dil, tüm kafesleri parçalayıp göğe uzanmıştır, sonsuzdur. İmgesiz şiirlerin durmuş bir kalpten farkı yoktur. Cemal Süreya’nın ‘’Şiir geldi kelimeye dayandı.’’[4] dediği noktadır şiir. Birazdan bu sözün nedenine de eğileceğiz…

Şiir üzerine yüz yıllardır pek çok şey söylenegelmiştir. Örneğin Platon, şiiri bir mimesis (taklitçilik) olarak görür; Devlet kitabında da şairleri ideal şehri Kallipolis’ten sürgün eder. Bunun nedenlerini anlamak için Platon’un felsefesini irdelememiz gerekir.

Platon’un varlıkbilimsel anlayışına göre evren, idealar dünyası ve maddi dünya olarak ikiye ayrılır. Maddi dünya -yani bizim içinde bulunduğumuz, algılayabildiğimiz dünya- idealar dünyasındaki gerçekliklerin yalnızca bir tezahüründen ibarettir. Dolayısıyla asıl gerçek, maddi varlığından emin olduğumuz somut dünya değildir; idealar dünyasıdır. Doğa da resim de şiir de idealar dünyasındaki gerçekliğin maddi dünyada kopya edilmesinden başka bir şey değildir, Platon için bir değeri yoktur. Platon’a göre ruh, bir bedende kendini bulmazdan evvel idealar dünyasındaki gerçekliğin bilgisini edinmiş ancak var oluşuyla beraber bu bilgiyi unutmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkarılan tüm ürünler o bilginin anımsanmasından ibarettir.

Platon için zararlı sayılan şiir, Aristoteles için insanın var oluşunda yatan belli başlı birtakım etmenler nedeniyle zorunluluktur. Aristoteles’e göre kişi, küçük yaştan itibaren mimetik faaliyetlerle kendisini meşgul eder. Çünkü bu etkinlikler ona haz vermektedir. Aristoteles’in felsefesinde, duyularla algılanabilen maddi dünyanın dışında bir gerçeklik yoktur. Bilgi, somut olanın içerisinde edinilir. İnsan, ilk bilgilerini çocuklukta tanış olduğu taklit yöntemiyle deneyimler. Aristoteles’te mimesis, algılanan şeylerin zihinde bıraktığı iz olarak da tanımlanabilir.

Söz gelimi kayıp giden bir yıldızın imgesi insan zihninde bengi kalacaktır fakat o yıldızın görünüp yok olması yalnızca birkaç saniyelik bir olaydır. Dolayısıyla Aristoteles için yıldız imgesi, yıldızın zihnimizdeki kopyasıdır. Şiiri de bu çerçevede tanımlar Aristoteles. Poetika kitabında enine boyuna bu felsefesini anlatmıştır.


Türk Edebiyatında Şiirin Gelişimi

Türk edebiyatında yazılı metinlerin ilk örneği Orhun Abideleri ve Yenisey Mezar Taşları olsa da şiir, bundan çok öncesine dayanmaktadır. Nesirden evvel kamlar, baksılar, ozanlar sazları/kopuzlarıyla köşe bucak gezip halkın önünde şiirler söylemişlerdir. Bu halk ozanlarına âşık denilmiştir. Kuşkusuz âşıkların, şiiri bilinmeyen zamanlardan beri diri tutmalarının günümüze de taşıdığı bir birikim olmuştur. Bilinen en eski Türkçe şiir, bir Uygur şairi olan Aprın Çor Tigin tarafından kaleme alınmıştır. Uygurların yazılı edebiyatın gelişmesine katkı sağlamalarındaki en büyük neden ise yerleşik yaşama geçmiş olmalarıdır. Aşağıda Aprın Çor Tigin’in yazmış olduğu ‘’Sevgili’’ başlıklı ilk lirik, Türk aşk şiiri örneğini vereceğiz.

''A ……………………………………

Adınçıg amrak

Amrak öz-kiem

Kasınçıgımın öyü kadgurar men

Kadgurdukça kaşı körtlem

Kavışıgsayurmen

Öz amrakımın öyür men

Öyü evirür men ödü … / çün

Öz amrakımın öpügseyür men

Barayın tiser baç amrakım

Baru yime umaz men

Bagırsakım

Kireyin tiser kiçigkiem

Kirü yime umaz men

Kin yıpar yıdlıgım

Yaruk tengriler yarlıkazın

Yavaşım birle

Yakışıpan adrılmalım

Küçlüg priştiler küç birz-ün

Közi karam birle

Külüşügin oluralım''[5]

O zamanlardaki şiir dili yalındır, dile yabancı sözcükler karışmamıştır. Fakat İslamiyet’in kabul edilmesiyle bu anlayış büyük oranda değişmiştir ve Türk Edebiyatı, halk edebiyatı ve divan edebiyatı olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Halk edebiyatı, kendi içinde âşık edebiyatı, tekke-tasavvuf edebiyatı, anonim halk edebiyatı olarak üçe bölünmüştür. Bunun yanı sıra divan şiirinden etkilenen halk şairleri de bulunmaktadır elbette. Onların yazmış olduğu şiirlere; divan, selis, kalenderî, satranç, semaî, vezn-i âhâr gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bu farklı adlandırmanın temel nedeni, bu şiirlerin hece ölçüsü yerine aruz vezniyle yazılmasıdır. Alışıldık halk şiirinde, örneğin koşma biçiminin bir türü olan güzellemede, hece ölçüsü, yarım uyak, redif gibi unsurlar gözetilirken; divan şiirinden etkilenen halk şairlerinin şiirlerinde aruz vezni ve Arapça-Farsça sözcükler ağırlıkla görülmektedir. Şimdi halk şiirinden birkaç örnek verelim…

''Ölüm ardıma düşüp de yorulma
Var git ölüm bir zamanda gene gel
Akıbet alırsın komazsın beni
Var git ölüm bir zamanda gene gel''[6]

Görüldüğü üzere bu şiir, âşık edebiyatına bir örnek teşkil etmektedir. Şairi Karac’oğlan’dır. Âşık edebiyatında her şair, bir usta-çırak ilişkisi içre yetişir ve çırak, ustasının şiirlerini ezbere bilmek zorundadır. Bir atışmada usta malını söylemek, marifettir. Bunun yanı sıra bir de rüya motifine değinmek gerekir ki bu motif, âşıklığın en mühim noktalarından birini oluşturmaktadır. Kam-Şamanlığa giriş merasiminde görüldüğü gibi rüya motifinde de âşık üç evreden geçer.

1.      Büyük bir sıkıntı sonrası rüyada bir ulunun (Hızır-İlyas, üçler, kırklar, pir, derviş) elinden üç bardak dolusu bade içiş evresi.

2.      Âşığın sevgilisiyle tanışması ve şiirlerinde kullanacağı mahlasın belirlenmesi evresi.

3.      Âşığın bade içtikten sonra vücudunu ateş sarması, irticalen şiirler söylemeye başlayıp Hakk Âşığı olması evresi.

Ancak ne yazık ki günümüzde bade içme geleneği, badeli âşık mefhumu çok görülmemektedir. Gerek usta-çırak ilişkisi gerek bade içme geleneği eskiden âşıklığın temel prensiplerinden sayılırken, 21.yy Türkiye’sinde günbegün tesirini yitirmektedir. Bir de tekke-tasavvuf edebiyatından bahsetmek gerekir. Tekke edebiyatında bilhassa Alevilik-Bektaşilik yolu önem kazanmaktadır. Şiirlerin çoğu yolu anlatma ve ‘’Ene’l-Hakk’’, vahdet-i vücut felsefesini yansıtma amacı gütmektedir. Tekke edebiyatının muhtelif alt türleri bulunmaktadır: şathiye, devriye, nefes, ilahi, duvaz, deme vs. gibi.

''Cihan var olmadan ketm-i ademde
Hak ile birlikte yektaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü o demde
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben

Anâsırdan bir libasa büründüm
Nâr-ü bâd-ü Hâk-ü âbdan göründüm
Hayrülbeşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben''[7]

*

‘’Kadılar müftüler fetva yazarsa
 İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte başım keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.’’[8]

İslamiyet’in kabulüyle beraber bir yanda Halk Edebiyatı inkişaf ederken öte yanda da yüz yıllar boyu şairler üzerinde tesiri zuhur edecek olan Divan edebiyatının zemini kurulmuştur. Divan şiirinde aruz vezni esastır. Şairler, halk şiirlerine oranla daha eğitimlidir. Arapça-Farsça kelimelerin artış göstermesiyle dil büyük oranda halkın dilinden uzaklaşmış, ağırlaşmıştır. Her ikisinin de edebiyatımızda büyük bir varsıllığa yol açtığı su götürmez bir gerçektir. Divan edebiyatının yetişip palazlanması da ancak dönemin koşulları incelenerek yorumlanabilir. Edebiyatımızda ilklere imza atanlar da bir bakıma divan şairleri olmuştur. Söz gelimi İkinci Yeni’yle güçlenen imgeli, soyut şiir anlatımının ilk örneği divan edebiyatında sebk-i hindi[9] akımında gözlemlenir. Sebk-i hindi akımında alışılmamış bağdaştırmalara gidilir; dil, araçsal işlevinden çıkıp şiirde çok anlamlılık yaratmak için kullanılmıştır. Şeyh Gâlîb’in, Neşâtî’nin, Nebî’nin, Nâ’ilî’nin bazı şiirleri bu bağlamda değerlendirilebilir.

‘’Elmâs ise de kâr-ger olmaz bize merhem
Ol dâğ-ı cünûnuz ki süveydâda nihanız.’’[10]

Divan şairlerinin uzun yıllar boyu işledikleri aşk, şarap, tasavvuf, doğa vb. konular, Tanzimat Fermanı sonrasında değişiklik göstermiştir. Edebiyatta yeniliklerin temsilcisi olan Şinasi bu bağlamda değerlendirilebilir. Şinasi, tahsil yapmak için Fransa’ya gönderildiğinde Avrupa’nın edebiyat anlayışındaki farklılıkları gözlemler. Döndüğünde bunları halka aktarmak ister ve klasik şiir anlayışından farklı formlara imza atan Lamartine, Fenelon, Racine gibi Fransız şairlerinden tercüme ettiği şiirleri Tercüme-î Manzume adıyla kitapçık hâline getirir. Ahmet Hamdi Tanpınar başta olmak üzere çeşitli edebiyat tarihçileri de Şinasi’nin bu atılımını edebiyatta yeniliğe açılan bir kapı olarak değerlendirir. Şinasi’nin bir diğer yeniliği de şiirlerini derlediği kitabın adını diğer divan şairleri gibi Divançe yahut Divan yerine Müntahabât-ı Eş’âr koyması olmuştur. Bunun yanı sıra, Tevfik Fikret’e atfedilse de ilk olarak Şinasî’nin Müntahabât-ı Eş’âr kitabında kullandığı "Milletim nev-î beşerdir, vatanım ruy-ı zemin.’’ dizesi de dönemin koşullarında bir ihtilâl niteliği taşır. Sonraları bu söz, İştirâk dergisinin ana sloganı olarak da kullanılmıştır. Şinasi’nin Münacât şiiri de bu ihtilal niteliğindeki gelişmelere bir örnektir. Şinasi, Münacât şiirinde şu beyti kullanır:

‘’Kimi sâbit kimi seyyâr be-tâkdir-î Kâdir
Tanrı’nın varlığına her biri bürhân-ı mûnir’’[11]

                Bu beyitteki ‘’bürhân-ı münir’’ tamlamasını özellikle koyu harflerle yazmaktayız. Çünkü eski şiirde Tanrı’nın varlığı sorgulamaksızın kabul edilirken, Şinasi’nin şiirinde O’nun varlığına yıldızların, Ay’ın, Güneş’in hareketleriyle bir ‘’delil’’ aranmaktadır. Bu, kuşkusuz dönemin konjonktürü açısından göz ardı edilemeyecek nitelikte bir gelişmedir.

Müntahabât-ı Eş’âr kitabındaki şiirler, aruz ölçüsüyle ve divan şiirinin nazım birimleriyle yazılmış olsa da içerik ve söyleyiş biçimi açısından Şinasi’yi diğer divan şairlerinden ayırmıştır. Şinasi’yi tanımadan evvel klasik divan şiiri çerçevesinde eserler kaleme alan Namık Kemal de bu tarihten sonra döneme damgasını vuracak olan Hürriyet Kasidesi, Vâveyla gibi şiirlerini yazmıştır.

‘’Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten’’[12]

‘’Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten’’[13]

Edebiyat tarihçisi Mehmet Kaplan, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi şiirini tahlil ederken şu sözleri kullanmıştır: ‘’Namık Kemal ve bu manzume ile edebiyatımızda yepyeni bir şey başlıyor. Edebiyatçı ve edebiyat, başka bir mana kazanıyor. Eski edebiyatın umumiyetle dalkavuk, iktidardakileri methetmekle övünen şairi yerine iktidara karşı cephe alan; arkasını saraya değil, halka dayanan ihtilâl adamı geçiyor ve edebiyat artık, beyaz kâğıt üzerinde oynanan sakin ve eğlenceli bir kelime oyunu olmaktan çıkarak, bir mizacın, bir fikrin, bir hayatın ifadesi oluyor.’’[14] Şüphesiz Münacât ve Hürriyet Kasidesi, yerleşik divan şiiri kalıplarını kırarak şiirde bir devrim yaratmıştır. 

Tanzimat’tan sonra gelişen Servet-i Fünûn Dönemi, edebiyatta da gündelik yaşamda da bir istibdat dönemi olarak tanımlanır. Dil, ağdalı ve ağırdır. Bu dönemdeki şiir anlayışı ‘’Sanat, sanat içindir.’’ şeklinde temellendirilir. Şiirdeki konuların sınırlandırılamayacağı görüşünü savunan Servet-i Fünûn şairleri, Tanzimat ile başlayan Batılılaşma meselesine bu dönemde daha çok eğilmişlerdir ve divan şiirinin tüm geleneksel kalıplarını reddetmişlerdir. Servet-i Fünûn’un en güçlü şairlerinden biri olan Tevfik Fikret’in şiirleri bu bağlamda incelenebilir. Tevfik Fikret de tıpkı Namık Kemal gibi hak, hukuk, hürriyet konularına şiirlerinde geniş çerçevede yer vermiştir. Servet-i Fünûncular, istibdat döneminin bir yansıması olarak daha çok yalnızlık, aşk, melankoli gibi bireysel temalara eğilse de aralarında toplumsal sorunları en çok işleyen Fikret olmuştur. En önemli şiirlerinden biri olan ‘’Sis’’te de bu gözlemlenebilir. Tevfik Fikret, bu şiirinde sis imgesini istibdat rejimiyle özdeşleştirir. Bu şiirde simgesel olarak seçtiği İstanbul’a duyulan nefret, aslında istibdat rejiminin işbirlikçisi olarak gördüğü insanlara yöneliktir. Yine toplumsal sorunlara eğildiği bir diğer şiiri olan Han-ı Yağma da Tevfik Fikret’in önemli şiirlerindendir.

‘’Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!’’[15]

Yazının başında, dilde ve kültürde gerçekleşen yeniliklerin şiir anlayışlarında da değişime yol açtığını vurgulamıştık. Gördüğümüz üzre, döneme damgasını vuran Şark-Garp kültür sorunsalı edebiyatta da izini bırakmıştır. Batılılaşmaya önem gösteren şairler, dilde de değişikliğe giderek geleneksel dil anlayışını bir kenara koymuştur. Özellikle Servet-i Fünun’da gözlemlenen dildeki değişimleri Yalçın Küçük şu sözlerle ifade etmektedir: ‘’Servet-i Fünuncuların, sonradan baktıkları zaman kendilerini bir dil veya edebiyat ihtilalcisi saydıklarını düşünmek mümkün. Yeni kelimeler yarattıkları biliniyor, fakat Servet-i Fünun’un asıl katkısı, yıllar sonra Türk Dil Kurumu’nun bir türlü anlamadığı veya anlayıp da köylü romancılara bıraktığı bir alanda, dilin yapısında ortaya çıkıyor. Servet-i Fünun Ailesi, sintaksı, nahiv veya sözdizimi, değiştiriyorlar; buradaki etkilerinin devrimsel olduğunu ve İsmail Habip’in ileri sürdüğü türden İstanbul sınırları içinde kalmadığını düşünüyorum. Servet-i Fünun, Türkçenin cümle yapısına, o zamana kadar görülmemiş bir esneklik ve kıvraklık getirdi. Türkçenin buna ihtiyacı vardı ve hâlâ var.’’[16]

Servet-i Fünûn sonrasında gelişen Milli Edebiyat Dönemi, tüm yazın türlerinde olduğu gibi şiirde de en yalın dilin kullanılmasıyla kendini göstermektedir. Bu dönemde bireysel temalardan ziyade Anadolu halkının örgütlenip bilinçlenmesi için milli mücadele ve bağımsızlık gibi temalar işlenmiştir. Dil de doğal olarak araçsal bir işlevde kullanılmıştır. Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp, bu dönemin önde gelen şairlerindendir.

Cumhuriyet Dönemi Şiir Anlayışları

Cumhuriyetin ilk döneminde dil, Arapça-Farsça sözcüklerden kurtarılarak halkın anlayabileceği biçimde sadeleştirilmiştir. Vezin bakımından Ahmet Haşim ve Yahya Kemal haricindeki şairler hece ölçüsünü kullanmış, Haşim ve Kemal ise aruz vezniyle yazın hayatlarına devam etmişlerdir. Bu dönemin ilk şiir anlayışı öz şiirdir. Öz şiir anlayışının başlangıcı olarak Ahmet Haşim’in ‘’Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ metni kabul edilmiştir. Bu metinde Ahmet Haşim şunları söyler: ‘’Oysa şair ne bir gerçek habercisi ne bir güzel ve etkileyici konuşan insan ne de yasa koyucudur. Şairin dili, ‘düzyazı’ (nesir) gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere var olmuş, müzik ile söz arasında, sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir.’’[17] Görüldüğü üzere öz şiir sanatçıları, şiirin ideolojiye alet edilmemesi gerektiğini savunarak imgeli ve kapalı bir anlatımı savunmuşlardır. Öz şiir şairlerinin en çok etkilendiği isim Paul Valery’dir. Valery’nin ‘’Saf Şiir: Bir Konferans İçin Notlar’’ metninde de belirttiği dil sorunu, şiirin mihenk taşıdır. Ülkemizdeki öz şiir temsilcileri için de en temel mesele dildir, biçimdir, musikidir. Kullandıkları temalar çok katmanlıdır. Bireysel konular işlenildiği gibi, mistisizm yahut milliyetçilik temelinde şiirler de kaleme alınmıştır. Yedi Meşaleciler[18] de öz şiir anlayışını savunanlar arasındadır.

‘’Akşam, yine akşam, yine akşam

Bir sırma kemerdir suya baksam;

Üstümde semâ kavs-i mutalsam!’’[19]

Öz şiir anlayışının ardından değinebileceğimiz bir diğer grup da Garip (Birinci Yeni) akımıdır. Garip akımının temsilcileri Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’tır. Bu üç şair, dönemin şiir anlayışını ellerinin tersiyle iterek şairanelikten uzak bir anlatım tercih etmişlerdir. Ölçüsüz, uyaksız yazdıkları şiirlerde yüksek zümreyi konu edinmek yerine halkı şiire taşımışlardır.

Garip kitabının önsözünde Orhan Veli, bu anlayışlarını şu sözlerle belirtir: ‘’Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmiyen taraf; müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler. O insanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, ekalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir.’’

     Garip, şiirde bir başkaldırıdır. Dönemin diğer şairleri tarafından olumsuz eleştirilere tabi tutulsalar da ölümsüzleşmelerinin temel nedeni farklılıklarıyla sivrilmeleridir.

‘’Açlıktan bahsediyorsun;
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
İstanbul'dakileri sen,
Ankara'dakileri sen...
Sen ne domuzsun sen!’’[20]

Garip şiirinden sonra değinmek istediğim bir diğer grup toplumcu şairlerdir. Toplumcu gerçekçi şiir; Nazım Hikmet ile başlar, güçlenir. Bu şiir anlayışında serbest nazım kullanılmıştır. Anadolu halkının yoksulluğu, sömürü düzeni; işçi-patron, köylü-ağa ilişkisi gerçekçi bir biçimde şiire yansıtılır ve halk mücadeleye çağrılır. Dil, toplumcu şiirlerde alıcıyı harekete geçirmek için göndergesel bir araç olarak kullanılmıştır; manifestoya varan söylemlerle okurlarda bir coşku yaratır. Toplumcu gerçekçi şairlerin benimsediği öğreti Marksizm-Leninizm’dir. Bu bağlamda Nazım Hikmet, bir Sovyet şairi olan Mayakovski’den de oldukça etkilenmiştir. Şiir dilini incelediğimizde Nazım Hikmet’in adeta gelmiş geçmiş bütün şiir anlayışlarını parçalarcasına yeni tekniklere yöneldiğini görürüz. Basamak tekniği de bu tekniklerden birisidir.

Nazım Hikmet’i düşünürken onu salt aşk şiirleriyle ele almamalıyız. Popüler kültür bizlere bunu dayatarak onu yalnızca ‘’romantik bir şair’’ olarak tanımlasa da Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan esas şey onun devrimciliğidir. Şiirleri, mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Kendisi de bunu ‘’Sevdalınız komünisttir.’’[21] sözleriyle ifade etmiştir. Uğrunda dövüştüğü özgür gelecek için ömrünün yarısından çoğunu hapislerde geçirse de hatırasının belleğimizden silinmemesi, onun ne denli güçlü bir şair olduğunun göstergesidir. Çünkü Nazım Hikmet, kendisinden sonra gelen tüm şairleri etkilemiş; şiirde yeni bir sahneye imza atmıştır. Hasan Hüseyin, Ahmed Arif, Nevzat Çelik, Refik Durbaş ve sayamadığım nice toplumcu şair buna örnektir.

‘’Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
                  altın yeleli aslanların ağzını
                     yırtarak
                        gerindik!
                        Sıçradık
                        şimşekli rüzgâra bindik!
                         Kayalardan
                        kayalarla kopan kartallar
            çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
                     Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                             şaha kalkan atlarını
                                Akın var
                                    güneşe akın
                           Güneşi zaaptedeceğiz
                  Güneşin zaptı yakın!’’[22]

Toplumcu gerçekçi şiir anlayışından sonra değineceğim bir diğer grup da Mavicilerdir. Bu akımın öncüsü Attila İlhan’dır. Attila İlhan’ı toplumcu şairlerden ayıran en temel unsur, şiiri safi ideolojik bir aygıt seviyesine indirgemeyerek estetik yönünü ön plana çıkartmasıdır. Garipçilerden ayıran unsur ise sanatlı bir söyleyişi benimsemesi, ölçü/kafiye gibi şiirin yapı taşlarını reddetmemesidir. Attila İlhan şiirlerine baktığımızda konularının çok katmanlı olduğunu görebiliriz. Aşk, yalnızlık, toplumsal sorunlar, tabiat, musiki… O, bireysel olanla toplumsalı harmanlayarak kendine özgü bir üslup geliştirmiştir. Mısra başlarında küçük harf kullanması da yine ayırt edici özelliklerinden birisidir.

Divan şiirinden de halk şiirinden de büyük ölçüde yararlanan Attila İlhan, şiirlerini diyalektik bir anlayış çerçevesinde kaleme alır. Bu anlayışını şu sözlerle ifade etmektedir: ‘’doğayla toplum içinde toplumsal öğelerin (sınıfların) karşıtlıkları çatışmaları vardır. bu böyle olunca hem doğanın hem toplumun bir parçasını oluşturan bireysel öğenin de kendi içinde bireysel karşıtlıkları olması son derece olağandır. diyalektik bir sanat yanlısı ozan ya da romancı, kahramanlarını toplumsal tanımlamayla belirlerken eğer bireysel karşıtlıklarını es geçerse, işini yarım bırakmış, dogmatik bir slogan toplumculuğuna tekerlenmiş olur. bu bakımdan benim yazdıklarımda insanlar bireysel çelişkileriyle de var olurlar, bu bireycilik değildir, toplumcu diyalektiğin bütün kapsamıyla uygulanışıdır.’’[23] 

Aslında Attila İlhan’ın bu sözleri, kendisini bireyci bir şair olarak gören ve bu eksende eleştirenlere karşı verilmiş bir yanıttır da. Her şeyden önce şiir, estetik ve imge işidir. Alışılagelmiş hamasi söylemler yahut sloganvari yaklaşımlar şiirin inceliğine gölge düşürür. Mısralar, bütünsellikten koparılmadan ve sözcüklere mekanik bir kumaş dikilmeden ilmek ilmek örülmelidir. Bireyin içsel çelişkileri çözümlenmeksizin toplumsal çatışmalar anlaşılamaz, anlaşılsa da bir noktaya kadar ilerleyip duraksar. Bireysellikle toplumsallık şiirde birbirini tayin etmelidir. Ne biri diğerine aşkındır ne de öbürü diğerinden düşkün. Şair öznesi, kendi var oluşunu özüyle tamamladıktan sonra özne dışında gelişen olgulara karşı edilgen bir nesne konumunda kalamaz, kalmamalıdır. Ancak şairin toplumu anlayabilmek için de ilkin kendisini anlaması gerekir.

‘’bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
 güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
gittiler akşam olmadan ortalık karardı
o mahûr beste çalar müjgân’la ben ağlaşırız’’[24]

Divan edebiyatı, halk şiiri, öz şiir, Garipçiler, toplumcular, Maviciler… Sırada kapımızı İkinci Yeniciler[25] çalmaktadır. İkinci Yeniciler, şiir dilinde de anlamında da köklü bir değişime yol açmışlardır; en büyük tepkileri Garip akımınadır. Söz gelimi Cemal Süreya, Orhan Veli’nin kavgasının edebiyatımızın en büyük kavgalarından biri olduğunu kabul etmekle beraber; onun, yıkmaya çalıştığı ‘’eski şiir’’e takılıp kaldığını söyler. Eleştirilerinin ana çıkış noktası dildir. Süreya, Oktay Rıfat’ı da bu eksende değerlendirir. Oktay Rıfat’ın folklorden, halk deyimlerinden yararlanması bir bakıma onu kısıtlamıştır. Makalenin en başında değindiğimiz ‘’Şiir geldi kelimeye dayandı.’’[26] cümlesinin açılımını daha sonra yapacağımızı söylemiştik. Şimdi bunun ne demek olduğunu düşünelim…

İkinci Yeniciler, şiirde kapalı ve imgeli bir anlatımı benimsemişlerdir. Sözcüklere yeni anlamlar yüklemek, sentaksı yerinden oynatmak, gerektiğinde dil sapmalarıyla yeni sözcükler türetmek onların başlıca yöntemlerindendir. Cemal Süreya, şiir anlayışlarını en iyi özetleyen ‘’Folklor Şiire Düşman’’ denemesinde şu sözleri kullanmıştır: ‘’Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları kanısındayım. Çünkü folkorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır.’’[27] Cemal Süreya’nın bu sözleri, onun büsbütün halk şiirine düşman olduğu anlamına gelmemektedir. O, şiiri birtakım donuk kurallara hapseden, sıradanlaştıran; dili araçsallaştıran anlayışlara düşmandır. Mustafa Karadeniz bu durumu bir makalesinde şöyle açıklar: ‘’Onun ‘düşman’ bellediği şey, halk kültürü ve şiiri değil, onu donmuş, ölü bir kurallar manzumesi olarak gören/alımlayan anlayıştır. Sözcüklerin alelâde biçimde, bloklar hâlinde kullanılması yeni duygu ve düşünce durumlarını karşılayacak yeni bir dilin oluşturulabilmesinin önündeki en temel engellerden biri olarak görür.’’[28]

Bu bağlamda İkinci Yeni şairleri, şiir karşısında okurun edilgen olmaması gerektiğini; şiirin okudukça çözümlenmesi, katmanlanması gereken bir sanat olduğunu savunmaktadırlar. İkinci Yeniciler bu sebeple sık sık soyut, anlamsız, aşırı kapalı olduklarına dair eleştirilere tabi tutulmuşlardır. Evet, Ece Ayhan ve İlhan Berk özelinde düşünürsek onların şiirinde dil neredeyse tümden yadsınmıştır fakat onların buradaki amaçları şiiri anlamsızlaştırmak değil, aksine dilde çok-anlamlılık yaratmaktır. Dil sapmaları bu noktada İkinci Yenicilerin ve onlardan etkilenen şairlerin en çok başvurduğu tekniklerden biri olmuştur.

Dil sapması, kısaca sözcüklerin sessel ve biçimsel niteliklerinde; söz diziminde değişiklik yapılarak yeni sözcükler türetmek olarak tanımlanabilir. Dil sapmalarının amacı, sözcüklerin çağrışımsal zenginliğinden yararlanmak ve bir kelimenin anlatamadığı duyguyu yeni kelimeler türeterek ona yüklemektir. Dil sapması; anlambilimsel, yazımbilimsel, tarihsel, sözcüksel olarak geniş kategorilere ayrılabilir. Cemal Süreya’nın üvercinkası ve gözistanı, Ece Ayhan’ın cehennet ve insankızı kelimeleri, Edip Cansever’in yenilgen sözcüğünü türetmesi dil sapmalarına örnektir. Aynı zamanda bu, şiirdeki özgürlüğün de izdüşümüdür. Ancak bu özgürlük, sınırsız bir özgürlük değildir. Aksine şiir, özgürleştirdikçe tutsak eden; tutsak ettikçe özgürleştiren bitimsiz bir yolculuktur.

Turgut Uyar, bir denemesinde şiirin çıkmazda olduğunu belirterek şunları söylemiştir: ‘’Nasıl ki Nâzım sonrasında da Orhan Veli sonrasında da çıkmazda idi. Çünkü şiirin çıkmazı, yukarda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. Belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. Rahat işleyen şiir kuşku vermelidir.’’[29] Bu sözlerden anlamamız gereken şey; şiirin durağan değil, devingen olduğudur. Nasıl ki insan yaşam boyu kendi benliğini arar durur, bulduğunu sandığında da büsbütün kaybolursa şiir de böyledir. Şiir, yaşam boyu sürecek bir serüvendir. Bu nedenle gelişim için daima çelişki, çatışma ve yenilik gerekmektedir.

Şimdi birkaç şiir örneğiyle İkinci Yeni’yi tamamladıktan sonra, öznel bir yargıyla çağdaş şiirin hangi zeminde şekillenmesi gerektiğini kaleme almaya çalışacağım. 

‘’kan görüyorum taş görüyorum / bütün heykeller arasında / karabasan ılık acemi / – uykusuzluğun sütlü inciri – / kovanlara sızmıyor. / annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni.’’[30]

*

‘’Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan / Dalları sormuyorum dallardan daha iyi / Yüzümü istiyorum bir süvari alayından / Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum / Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.’’[31]

*

‘’Ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin / Ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin / Sana sığınılacaktır / Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda / Akıtılan ve akıp gelen kanlarda / Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca / Eller temizlenecektir / Bir tören olacaktır / Ölülerimiz toplanacaktır.’’[32]

*

‘’Şiirimiz her işi yapar abiler / Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur / Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür / Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta / Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir / Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler’’[33]


Çağdaş Şiir: Abıhayat ve Ağu

Divan edebiyatından halk şiirine, halk şiirinden cumhuriyet dönemine uzanan geniş bir çerçeveyi kısaca incelemeye çalıştık. Peki, çağdaş şiir hangi zeminde temellendirilmelidir?

Şiir, var olan tüm sınırların ötesindedir. Kalıplaştırılamaz, önceden belirlenmiş kurallara indirgenemez. Bu nedenle şair, yazarken aynı zamanda özgürlüğün de neferidir. Güvercinlerin vurulduğu bir çağda şairin yegâne silahı kalemidir. Bu bağlamda şiir, diyalektik bir anlayış çerçevesinde ele alınmalı; toplumsal sorunlar ile bireysel çelişkiler harmanlanarak şiirde bir bütünsellik seyredilmelidir. Aksi takdirde safi manifestolar üretmek, şiiri makineleştirir. Öznenin dışında gelişen olgulara edilgen kalmaksa şairi şair olmaktan çıkarır. Dolayısıyla yıllardır süregelen ‘’bireyci şiir’’ ve ‘’toplumcu şiir’’ kutuplaşması anlamsızdır. Kişi, kendi özünü çözümlemeksizin toplumu çözümleyemez.

Şiir, aykırı bir sanattır. Gerektiğinde sentaks alt üst edilebilir, çok-anlamlılık yaratmak için yeni sözcükler türetilebilir. Dilde -gerek sözcüksel gerek de anlamsal bağlamda olsun- bir devrim yaratmaksızın kaleme alınmış şiirler, eski’nin bir taklidi olmanın ötesine geçemez. Eskinin görüngüsel olarak yeniden biçimlenmesi, şiirin ve şairin ölümsüzlüğüne leke düşürür; özgünlüğünü zedeler. Şiir, insanı yazdıkça özgürleştirir; insan, özgürleştikçe mısralarına zincir vurulur. Bu, bitimsiz bir çelişkidir. Şiiri devingen kılan unsur da budur. Devamlı arayış, devamlı yenilik… Bir bakıma hem abıhayat hem de ağu…

Şiir, safi his-dökümü olarak algılanmamalı, düşünce de şiirde kendine yer edinmelidir. Ancak düşüncenin şair tarafından okuyucusuna aktarımı ideolojik temelde şekillenmemelidir. Aksine okur, şiirden birden çok anlam çıkarabilmeli; okudukça şiiri yeniden üreterek çözümlemelidir. Bu, şairi de okuru da edilgenlikten kurtarır. Şiir, insanı alıp uzak diyarlara sürüklemelidir. Zaman zaman bilinç akışı tekniği şiire de uyarlanabilir ancak bütünsellikten büsbütün kopma tehlikesine karşı şair daima tetikte olmalıdır.

Şiir, kimsenin hizmetine girmemelidir. Özellikle popüler kültürün… Yazınları haraç mezat gibi piyasaya süren anlayışın aksine şiir, mücadeleyi göndere çekerek metalaşmaya karşı meydan okumalı, kanonun sözünü rahatsız etmelidir. Bu serüvende edebi sanatlar yahut ahengi sağlayan diğer unsurlar tam anlamıyla bir köşeye itilmemelidir de. Çünkü şiir incelikli bir iştir; estetik, her şeyin üstündedir. Bu bağlamda sözcüklerin çağrışımsal zenginliğinden yararlanmak son derece önemlidir. Louis Aragon’un dediği gibi: ‘’Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.’’

Şiirde geçmişin birikiminden faydalanmak, onu taklitçiliğe düşmeden yeniden üretmek yararsız bir tavır değildir, şiiri donuklaştırmaz. Yukarıda söylediklerimle çelişiyormuşum gibi gelebilir ama hayır… Altını çizmekteyim: ‘’Taklitçiliğe düşmeden.’’

Şiirde evrensele uzanırken yerellik göz ardı edilmemelidir. Şairin Anadolu’nun başkaldırı geleneğinden yararlanması, bu topraklara kök salması gerekmektedir. Çünkü dil, kültür ve şiir arasında bütün makale boyunca özetlediğimiz kopmaz bağlar vardır. Şair kendi kültüründen uzaklaşırsa şiiri içtenliğini yitirir, safi kendi kültürüne saplanırsa evrenselleşemez, dilde ihtilâl yaratmazsa tekdüzeleşir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus şudur ki: Şair, bu yerelliği sağlarken alışılagelmiş kalıplardan, mazmunlardan da kaçınmalıdır. İşte budur mayası şiirin. Nedensellik, çelişki, süreç ve devinim…

KAYNAKÇA

 KARADENİZ Mustafa, (2019), Garip ve İkinci Yeni Sarkacında Şiir Dilinde Yaşanan Paradigma Değişimi, Bizim Külliye, s.66-69

EMİNOĞLU Nevzat, (2021), Yazılı Kürt Edebiyatının Zenginliği, Kürd Araştırmaları Dergisi, s.197-206

MUTLU Barış, (2017), Aristoteles’te ‘Poetik Sanat’ın Doğası ve Rasyonel Sınırları, Dört Öge, s.131-151

GÖKŞEN Erol, Akpınar Soner, (2018), Sapma Ekseninde Günlük Dil ve Şiir Dili Etkileşimi, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, s.433-442

PİLAV Salim, (2013), Klasik Edebiyatın Tartışılan Yanları Üzerine Yapılan Değerlendirmelere Toplu Bir Bakış, Turkish Studies, s.2180-2187

UÇMAN Abdullah, (2006), Tanzimat’tan Sonra Türk Şiirinde Değişme ve Yenileşmeler Üzerine Bir Deneme, TÜBAR, s.478-487

Cizre Şehir Rehberi, ‘’Mem û Zîn’’, "http://www.cizre.gen.tr/cizre-sehir-rehberi/mem-u-zin"  http://www.cizre.gen.tr/cizre-sehir-rehberi/mem-u-zin

KUL Ekber A., Agon Sanat, ‘’Platon ve Aristoteles’te Mimesis’’ , "http://agonsanat.com/ali-ekber-kul-platon-ve-aristoteleste-mimesis/"  http://agonsanat.com/ali-ekber-kul-platon-ve-aristoteleste-mimesis/

UYAR Turgut, (1963), Çıkmazın Güzelliği, Dönem Dergisi

UZUN Mehmed, (2021), Nar Çiçekleri, İstanbul:, Sel Yayıncılık

SÜREYA Cemal, (1956), Folkor Şiire Düşman, A Dergisi

KÜÇÜK Yalçın, (1984), Aydın Üzerine Tezler-2, İstanbul:, Tekin Yayınevi

HAŞİM Ahmet, (1928), Piyâle, İkinci Baskıi, İstanbul:, İkdam Matbaası

İLHAN Attila, (2019), Tutuklunun Günlüğü, İstanbul:, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

İLHAN Attila, (2020), Böyle Bir Sevmek, İstanbul:, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

UYAR Turgut, (2021), Büyük Saat, 37. Baskı, İstanbul:, Yapı Kredi Yayınları

KAPLAN Mehmet, (1985), Şiir Tahlilleri-1, 9.Baskı, İstanbul:, Dergâh Yayınları

KAPLAN Mehmet. (1984), Şiir Tahlilleri-2, 4.Baskı, İstanbul:, Dergâh Yayınları

HİKMET Nâzım. (2019), 835 Satır, 19.Baskı, İstanbul:, Yapı Kredi Yayınları

AYHAN Ece, (2019), Şiirimiz Mor Külhanidir Abiler, İstanbul:, Yapı Kredi Yayınları

TEMO Selim, (2007), Kürt Şiiri Antolojisi, İstanbul:, Agora Kitaplığı

ARİSTOTELES (2016), Poetika, İstanbul;, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

GÜZEL, A., TORUN, A. (2021), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Ankara:, Akçağ Yayınları



[1] Mem û Zîn, Ehmedê Xanî
‘’Mem Dicle`ye sesleniyor / Mem çaresiz insanlardan uzağa giderdi / Derin nehirle hemdert olurdu / Ey benim gözyaşlarım gibi dökülen nehir / Ey aşıklar gibi sabırsız ve sükunetsiz nehir / Sabırsız kararsız ve sükunetsizsin / Yoksa sen de benim gibi deli misin? / Senin için hiçbir karar kılmak yok / Galiba senin de gönlünde bir yâr var.’’

[2] Mehmed Uzun, Nar Çiçekleri, Sel Yayıncılık, İstanbul 2021, s.36

[3] Arjen Arî, Ramûsan Min Veşartin Li Geliyekî (Öpücükler Gömdüm Bir Vadiye)
‘’Savaştadır şimdi benim gibi şiir
ne zaman süzerseniz kavramları kandan
acılardan mısralar, matemlerden dörtlükler
o zaman okuyun bu şiirimi
o zaman aşk sızacak bu şiirimden…’’

[4] Cemal Süreya, Folkor Şiire Düşman, A Dergisi, Ekim 1956

[5] A…………………………………..

Emsalsiz sevgili

Sevgili canım

Yavuklumu düşünüp hasret çekiyorum

Hasret çektikçe kaşı güzelim

Kavuşmak istiyorum

Öz sevgilimi düşünüyorum

Düşünüp düşünüp durdukça

Sevgilimi öpmek istiyorum

Gideyim desem güzel sevgilim

Gidemiyorum da

Merhametlim

Gireyim desem küçücüğüm

Giremiyorum da

Anber misk kokulum

Nurlu tanrılar buyursun

Yumuşak huylum ile

Birleşerek bir daha ayrılmayalım

Kudretli melekler kuvvet versin

Gözü karam ile

Güle Güle oturalım

[6] Karac’oğlan (d. 1606? – ö. 1679?)

[7] Şîrî (d. ?/? - ö. ?/1761/1762?)

[8] Pir Sultan Abdal, (d.1480-ö.1550)

[9] Sebk-i Hindi, edebiyatta -özellikle Divan edebiyatı- Hint tarzı anlamına gelmektedir. 17.yy.dan itibaren Divan şiirinde de etkisini göstermiştir. Bu akımda gündelik yaşamdan uzaklaşılarak mecazlı, kapalı bir anlatım tercih edilmiştir.

[10] Nâ’ilî (1608-1666)
‘’Elmas olsa bile bize merhem işlemez
Biz o deliliğin açtığı yarayız ki süveydâda gizliyiz’’

[11] (Her şeye kadir olan) Tanrı’nın takdiriyle kimi sabit/durağan, kimi hareketlidir
Her biri Tanrı’nın/O’nun varlığına apaçık bir delildir.

[12] Nâmık Kemal, (1840-1888) Hürriyet Kasidesi, 5.Beyit
‘’Dünyada zalimin yardımcısı alçaklardır
 İnsafsız avcıya hizmetten zevk alan köpektir.’’

[13] Namık Kemal, (1840-1888) Hürriyet Kasidesi, 25. Beyit
‘’Zulüm ve adaletsizlik ile hürriyeti yok etmek ne mümkündür
Eğer gücün yetiyorsa insanoğlundan idraki kaldır.’’

[14] Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 1, Dergâh Yayınları, İstanbul 1985, s.41

[15] Tevfik Fikret, (1867-1915) Han-ı Yağma

[16] Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-2, Tekin Yayınevi, İstanbul 1984, s.441-442

[17] Ahmet Haşim, Piyâle, İstanbul İkdam Matbaası 1928, 2. Baskı, s.4-13

[18] Ziya Osman Saba, Muammer Lütfi, Yaşar Nabi Nayır, Kenan Hulusi Koray, Vasfi Mahir Kocatürk, Sabri Esat Siyavuşgil, Cevdet Kudret Solok

[19] Ahmet Hâşim (d.1887 – ö.1933)

[20] Orhan Veli Kanık (d.1914 – ö.1950) Cevap

[21] Nazım Hikmet, Yatar Bursa Kalesinde, 1947

[22] Nazım Hikmet, (d.1902 – ö. 1963) Güneşi İçenlerin Türküsü

[23] Attila İlhan, Tutuklunun Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019, s.126-127

[24] Attila İlhan, Tutuklunun Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019, s.83

[25] Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Ülkü Tamer, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, İlhan Berk

[26] Cemal Süreya, Folkor Şiire Düşman, A Dergisi, Ekim 1956

[27] Cemal Süreya, Folkor Şiire Düşman, A Dergisi, Ekim 1956

[28] Mustafa Karadeniz, Garip ve İkinci Yeni Sarkacında Şiir Dilinde Yaşanan Paradigma Değişimi, Bizim Külliye
Sayı: 80, s.68

[29] Turgut Uyar, Çıkmazın Güzelliği, Dönem Dergisi, Kasım 1963

[30] Cemal Süreya, Beni Öp Sonra Doğur Beni

[31] Edip Cansever, Ben Bu Kadar Değilim

[32] Turgut Uyar, Biraz Daha

[33] Ece Ayhan, Mor Külhani



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Muhalefete Dönük Saldırılar, Paramiliter Yapılanmalar...

Doğa ve İnsan İlişkisi Bağlamında Yabancılaşma

Gençlik Kavganın Neresinde? Devrim Yolunda İdeolojik Mücadele Ve Devrimci Şiddet

Alacakaranlıktaki Ülkemize Bir Bakış | ''Öyle mi Erdoğan?''

Maraş Katliamı (19-26 Aralık 1978)